Ah Bir Ataş Ver Türküsünün Hikayesi
Minik Tospik yazdı. 5 Mayıs 2021 2.006 okunma
Donanmaya ait bir denizaltıyla birlikte gencecik denizcileri sulara gömen dramatik bir kazanın hazin ama gerçek öyküsüdür bu.
4 Nisan 1953 gecesi, saat 02.15 sularında, Nâra Burnu açıklarında; İsveç donanmasına ait bir şileple çarpışan Donanmaya ait Dumlupınar denizaltısı batar… 96 kişilik mürettebattan 88 kişi denizaltı ile birlikte sulara gömülür…
Dumlupınar Denizaltısı
Dumlupınar Denizaltısı, Amerikan deniz birliğine ait, orijinal adı USS-Blower SS-325 olan bir devriye denizaltısıydı. Türk-Amerikan ilişkilerini perçinlemek nedeni ile 16 Kasım 1950’de Türkiye’ye armağan edilmişti. Daha önce, Pasifik’teki bir devriyesi sırasında başka bir Amerikan devriye botu ile çarpışmış; Philadelphia tersanesinde aylar süren bir bakım-onarım çalışmasından sonra, eski görünümüne kavuşmuş ve Türkiye’ye gönderilmişti. Ona donanmada TCG Dumlupınar D-6 adını verdiler.
Denizaltı’na Ne Oldu?
O gece Dumlupınar denizaltısı, NATO’nun Blue Sea adını verdiği Ege-Akdeniz tatbikatını bitirmiş olarak Gölcük’te bulunan üssüne dönüş yapıyordu. Hava şartları çok kötüydü, yoğun sis ve yağmur vardı. Belki de evlerine gidip dinlenmeyi hayal eden mürettebat, bir anda çok büyük bir gürültüyle sarsıldı.
Çanakkale Boğazı Nâra açıklarında iken İsveç bandıralı bir yük gemisi olan ‘Naboland’ ile çarpıştı doksan metrelik Dumlupınar D-6, ve Naboland’e doğru sürüklenip geminin altına girdi. Güvertedeki sekiz askeri personelden ikisi o anda Naboland’in pervanesine kapıldı; suya düşen bir kişi boğuldu. Diğer beş kişi ise, 96 kişilik mürettebatın bu elim faciadan sağ kurtulan askerleri oldu.
Çarpışma sonrasında Dumlupınar su yüzeyine çıkmıştı aslında fakat denizaltının sancak tarafı ağır hasar görmüştü. Boğazın akıntısı nedeniyle gemi çok hızlı su alıyordu. İsveç gemisinden can simitleri atılıyor, İsveç mürettebatı kurtarma botlarını indiriyordu ancak saniyeler içinde denizaltının pervaneleri havaya dikildi ve müdahale edilmesine bile fırsat kalmadan tamamen suya battı.
Gemi içinde kalanlar boğularak, çarparak, ezilerek hayatlarını kaybettiler.
Ayrıca Galata Kulesi'nin Hikayesi adlı yazımızı inceleyebilirsiniz.
Mahsur Kalan 22 Asker
Kaza sırasında torpido dairesinde mahsur kalan 22 asker vardı. Oradaki askerler gemi batmakta iken bir hamleyle telefon şamandırasını su üstüne fırlatmayı başardılar. Ancak kurtarılmak için çok az bir zamanları vardı. İçerideki oksijen uzun süre hepsini yaşatabilecek düzeyde değildi.
Sessiz, soğuk ve karanlık bir geceydi. Telefon şamandırası sayesinde batan personeli kurtarmak üzere yola çıkan “Kurtaran” isimli kurtarma gemisi ile temas kurulabilmişti. Kurtarma gemisinde bulunan Selim Yoludüz denizaltı ile temas kurmaya çalışıyordu. Şamandıradan bir ses geldi;
-Burada şu an 22 kişiyiz!
Konuşan Astsubay Selami Özben‘di. Torpidoda 22 kişi olduklarını bildirdi. Yoludüz, Özben’e kısa zamanda kendilerini kurtaracaklarını ve endişelenmemeleri gerektiğini; içerideki oksijenin yetmesi için aşağıda sigara içmemelerini ve hatta gerekmedikçe konuşmamalarını söyledi. Ne yazık ki bu nafile bir teselliydi… Hem kurtarma ekibi, hem de mahsur kalanlar, gerçeğin farkındaydı…
Diyaloglar
-Alo Dumlu? (Yoludüz)
-Evet Dumlu. (Özben)
-Nasılsınız?
-Efendim hava biraz fenalaştı.
-Moralinizi bozmayın. Ortamdaki oksijen size daha iki gün yeter. Sen çocukları yatır. Sigara içmeyin.
-Yok efendim hepsi yatıyor. Sigara da içmiyoruz. Işık da yok, karanlıktayız,
-İhtiyaç lambalarını kullanmayın, lazım olacak.
-Kullanmıyoruz, birinin ışığı çok zayıf zaten.
Umutlar da ışık gibi zayıflıyordu. Sağ kalan 22 kişiyi kurtarmak için gelen kurtarma gemisindeki tüm mürettebat seferber olmuştu. O anda yaşananları tüm Türkiye radyodan canlı olarak dinlemekteydi. Ancak gemi kaza yerine ulaşamamıştı. Astsubay Selami, artık her şeyin bittiğini anlamıştı.
İlk telefon bağlantısında kurtarma gemisinden gelen “Oğlum merak etmeyin, sizi kurtaracağız.” açıklamasına Selami Astsubay’ın verdiği cevap yürek yakıcıydı:
“Sağ olun, Vatan sağ olsun!” Sesi bile titrememişti.
Saatler süren kurtarma çalışmalarının sonunda, umutlar tamamen tükendiğinde, karanlıkta bekleyen 22 kişiye durum şu sözcüklerle anlatılır:
“Rahatça konuşabilirsiniz, cigara içebilirsiniz, hatta türkü bile söyleyebilirsiniz…”
(Bir rivayete göre 22 denizcinin bu anonstan sonra hep bir ağızdan Ah bir Ateş Ver türküsünü söylediği ve o anda radyoları başında olan halkın da gözyaşları içinde dinlediği iddia edilir)
Kaçınılmaz Son
‘Kurtaran’ gemisi denizaltının battığı yere olaydan ancak 12 saat sonra ulaşabildi ve ancak 25 saat sonra sabitlenebildi. O sırada şamandıra ile torpido arasındaki kablo hasar gördü ve koptu. Denizaltındakilerle iletişim de kesildi.
Dalgıçlar 100 metre kadar derine gömülmüş olan Dumlupınar’a ulaşmaya çalışıyorlardı ama hava çok kötüydü ve su altı dalgaları dalgıçları savuruyordu. Kurtaranın yanlışlıkla kopardığı kablo olmayınca dalgıçların kabloyu takip etme şansları da yok olmuştu.
Yapılan dalışların hiçbiri başarılı olamadı. Yine de Yılmaz Süsen adlı bir dalgıç 80 metre kadar dalmayı başarmış hedefine çok az kalmıştı. Ancak o esnada basınca dayanamayıp şuurunu kaybetti. Vurgun yemek üzereyken yukarı çektiler. Bilinci saatler sonra açıldı.
Kurtarma çalışmaları başarısız olmuş, 22 asker ölüme terkedilmişti. 4 Nisan 1953 Türkiye'nin en kara günlerinden birisi olarak tarihe geçti. 7 Nisan 1953’e gelindiğinde, artık denizaltı ile hiçbir bağlantı umudu kalmamıştı. Gemideki oksijen denizcileri 72 saat idare edebilirdi. Bu süre dolmuştu. Öğleden sonra saat üçte, denizciler için bir tören yapılarak kurtarma çalışmalarına son verildi. Tüm ülkede yas ilan edildi.
Denizaltının enkazına, kazadan tam beş yıl sonra ulaşılabildi…
Ayrıca Türk Edebiyatına Damga Vuran Şiirler ve Hikayeleri adlı yazımızı inceleyebilirsiniz
Ah Bir Ataş Ver
Türkü, bu acı öykünün arkasından Ege yöresinde yakılan bir ağıttır. Kaynak kişi Çetin Bozalan’dır. Derleyip notaya alan ise Durmuş Yazıcıoğlu’dur. Çetin Bozalan’a göre türkünün hikâyesi özetle şöyledir:
“Gelibolulu bir deniz subayı öğrencisi ile Gelibolulu bir kızın aşk hikâyesidir bu. Bahriyeli genç okulundan mezun olduktan sonra bir gün iki sevgili buluşur. Genç, biraz da korkarak, mezun olduğu için artık görevlere gideceğini ve belki de aylarca görüşemeyeceklerini söyler kıza. Fakat kız onu bekleyeceğini söyler bahriyeli sevdiceğine. Oğlan bu sözlere çok sevinir. Kıza bir kutu verir. İçinde bir el kitabı, bir de el feneri vardır. "Ne için bunlar?" diye sorar kız. Genç, kitapta mors alfabesi olduğunu söyler. “Bunu öğrenirsen, ben boğazdan geçerken bana bu yolla mesaj yollayabilirsin" der. Ve oğlan göreve gider. Bir gün kızın bir arkadaşı gelir ve kıza oğlanın aradığını söyler. Arkadaşı kıza, işte şu gün, şu saatte boğazdan geçecekler diye aktarır kendine söyleneni. Denizaltının geçeceği gün ve saat geldiğinde, kız odasının boğazı gören penceresinin önünde gözü ufukta beklemektedir. Birden denizaltı görünür. Kız alır el fenerini, başlar yakıp söndürmeye: uzun uzun, kısa kısa, uzun kısa uzun. Güvertedeki tüm denizciler görür mesajı, komutana haber verirler.
Komutan güverteye çıkarak mesajı okur. "Seni seviyorum" dur mesaj. Hemen mesajın kime geldiğini sorar. Sevdalı bahriyeli komutana doğru yaklaşır elinde bir fenerle. Durumu açıklar ve cevap göndermek üzere izin ister. Komutan şöyle söyler: “Elindeki fenerle olmaz o iş. Denizaltının projektörüne geç!”.
O gece Gelibolu, bir aydınlanır, bir söner, bir aydınlanır, bir söner. Bu iki gencin aşkı askerler arasında efsane gibi yayılır ama kız kimdir, oğlan kimdir kimse bilmez.
Oğlan bir gün yine göreve gider. Geri dönmelerine az bir zaman kala yine haber yollar, tarih ve saat verir ve şöyle der: "Boğazdan bir denizaltı konvoyu geçecek, konvoyda göreceğin ilk denizaltıda ben olacağım, karıştırma". O gün gelir ve kız beklemeye başlar yine penceresinde. Tarihlerden 4 Nisan 1953'tür. Oğlanın da içinde bulunduğu Dumlupınar denizaltısı İsveç bandıralı Nabuland gemisi ile Gelibolu açıklarında çarpışır ve batar. Yani kız daha bir şey göremeden denizin derinliklerine gömülür.
Konvoyda ikinci sırada gelen denizaltı, az önce olanlardan habersiz boğazda ilerler ve Gelibolu önlerine gelir. Tabi kızcağız, ilk olarak bu denizaltıyı gördüğü için hemen mesajını yollar fenerinin ışığıyla; ‘Seni seviyorum’
Mesajı gören erler efsaneyi hatırlar ve komutana söylerler. Komutan da kızın mesajını görür. Erler ‘ne yapalım’ diye sorar. ‘Kız denizaltıları şaşırdı herhalde, sevdiği bu gemide olsaydı gelirdi’ diye düşünür komutan. "Şimdi kızcağız sevdiğinden cevap alamazsa tedirgin olacak, mesajı biz gönderelim." der ve projektörün başına geçerek, yazar: "Seni seviyorum"… Saatler sonra anlaşılır ki, Dumlupınar sulara gömülmüş…
Genç kızla bahriyeli subayın aşkı gerçek midir efsane mi bilinmez… Ama işte ağıt olmuş, türkü olmuş, neresinden baksanız gerçek bir acının ve hüznün hikâyesi olmuş…
Ah bir ataş ver cigaramı yakayım
Sen sallan gel ben boyuna bakayım
Uzun olur gemilerin direği
Ah çatal olur efelerin yüreği
Ah vur ataşı gavur, sinem ko yansın
Arkadaşlar uykulardan uyansın
Uzun olur gemilerin direği
Ah çatal olur efelerin yüreği
Ah yanık olur anaların yüreği…